Ben Mehmet. Hacer’den doğma, Rıza’dan olma ‘’Muallel’’ Mehmet. Şevval’in 9’u 1295 gecesi Konya vilayetinin Aksaray sancağında dünyaya gelen Mehmet. Hayatı boyunca 1. Balkan Harbi’ne dek pek çok vilayette muallimlik yapan, harpte tek elini kaybedince köylünün muallimi muallel yapıp seslendiği Mehmet. Peki, kimim ben de size kendimi satırlarca tanıtıyorum? Osmanlı’da doğup büyümüş, milletine asilce hizmet etmiş, yeri geldiğinde mektepte kalemiyle, yeri geldiğinde cephede süngüsüyle vatanını savunmuş, Osmanlı tebaasından bir zatım.
Hayatım, vatan ve hürriyet aşkıyla memleketi dolaşmakla geçti. Çünkü her tebaa gibi Osmanlı tebaasının da özgür olması gerektiğini ve bunun için buna engel olmak isteyen herkese dirayet göstermek mecburiyetinde olduğum hakikatini Balkan Harbi yıllarında anlayabilmiş bir vatanseverdim. Bu yüzden muallimliğin yanı sıra yurdun ve dünyanın aydınlarını takip eder, öğrendiğim her şeyi Osmanlı’nın biçare durumda bıraktığı yurdun her köşesinde gerektiğinde yazarak, gerektiğinde sokak sokak gezip meydanlarda bağırarak halkı bir olmaya, hür olmaya, direnmeye, boyunduruğu reddetmeye çağıran bir öğretmendim. Fakat bu yolda hep aynı engellere takılmak, benim ve benim gibi düşünenlerin kaderi olmuş gibiydi o senelerde.
Her kalabalıkta aynı sorular yankılanıyor, meydanlar bu soruların cevabını arayan insanlarla dolup taşıyordu. Kimin arkasından yürüyecekti bu halk? Kim olacaktı bu hürriyet mücadelesinin lideri? Üstelik kolay değildi bu mücadeleye girişmek. Top gerekliydi, tüfek gerekliydi, güç gerekliydi… Evet, yurdun her köşesi işgal altındaydı lakin düşkün durumdaki Anadolu halkı ne yapabilirdi ki? Ne güçleri vardı ne de gölgesine sığınabilecekleri biri. Düşman İstanbul’da cirit atarken Saray’dan ses soluk çıkmamıştı. Sultan’ın söz geçiremediği yenilmez ordulara kim karşı çıkabilirdi? Kimde vardı bu cesaret?
Halk tüm bunlarla boğuşurken bu uğultuyu bıçak gibi kesen bir hadise yaşandı. Harbiyeden Mustafa Kemal isimli bir Paşa sanki komutasında ordular, toplar, tüfekler varmış gibi İstanbul’dan ayrılıp denetim için geldiği Samsun’da direnişe başladı. Ne bir şüphesi vardı mücadelesinden ne de endişe ediyordu canından. Samsun’dan olmaz bu iş diyerek Anadolu’yu dolaşmaya başladı. Önce Havza’ya gitti ve bir genelge yayımladı. Halka ümit aşıladı, durmadı, Erzurum’a gitti. Bir kongre düzenledi. Mandacılara kesinkes karşı çıktı, hürriyetin noksan değil tam olmasının milletlere yakıştığını duyurdu. Ardından Sivas’a geçti. Yol üstünde gizlice konaklıyor, halkı mücadeleye çağırıyor, okuldan arkadaşlarıyla iletişime geçiyordu.
O yenilmez, bileği bükülmez orduların askerleri bir türlü ona ulaşamıyordu. Sivas’a vardığında Kazım Karabekir ile buluştu ve ortak hareket etmeye karar verdi. Ardından bir kongre daha düzenledi Sivas’ta. Erzurum’da alınan kararları genişletti ve yurdun tamamını kapsar hale getirdi. Halk bu olaylarla silkelenmiş, küllerinden doğma isteğiyle bu mavi gözlü kahramanın arkasında bir olmaya başlamıştı. Kuvayımilliye direnişleri başlamış; Maraş’tan Sütçü İmam’ın düşmana kurşun sıkmasıyla yurdun her köşesinde silahlı, silahsız mücadele başlamıştı. Derken benim bu satırları tarihe not düşmeme sebep olan o ulu şahsiyet Ankara’ya geleceğini duyurdu. Orayı seçmişti mücadelenin merkezi olarak.
Bu haberi alır almaz Ankara’nın yolunu tuttum. Onu dünya gözüyle görmek istiyordum. Harp zamanıydı, ne olacağı belli olmazdı. Mutlak suretle Ankara’da onu karşılamak ve benimle birlikte tüm milletin arkasında olduğunu ona hissettirmek istiyordum. O anda bulunduğum bölgeden Ankara’ya ulaşmak zor olacaktı. Yerel karakolların çekilmesiyle yollar eşkıya kaynıyordu. Lakin bunlar bana engel teşkil edemezdi. Yedi sekiz günde Ankara’ya ulaştım. Orada mektep yıllarından tanıdık dostlarım beni karşıladılar, evlerinde ağırladılar. Karşılama vakti gelene dek birkaç gün istirahat ettim. Nihayet vakit geldiğinde tren garına vardık ve heyecanlı kalabalığın arasına karıştık. Trenin gürültülü sesinin duyulmasıyla nefesler tutuldu.
Trenden orta boylu, yakışıklı ama sade giyimli, samimi bir gülümsemeyle kalabalığı selamlayan biri indi. Herkes bu adamın Paşa olduğuna o mavi gözlerindeki bakışlardan emin olmuştu. Bu bakışlar, sıradan birine ait olamazdı. Duruşundaki asalet bile güven saçıyordu çevresine. Bir an için göz göze geldik. İçimden ‘’Arkandayız Paşam!’’ diye bağırmak geldi. Öyle de yaptım. Benimle birlikte tüm Ankara bağırdı: ‘’Arkandayız Paşam!’’ Öylesine güçlüydü ki bu ses, yurdun dört bir yanında yankılandı. Düşmanın namert yüreğini korku sardı.
Bugün bana bunları yazdıran Paşa’nın bu mücadeleyi kazanana dek sürdüreceğine inancım tam. Türk’ün istiklali yakındır. Allah o günleri görmeyi bana nasip etsin.
27 ARALIK 1919
MUALLEL MEHMET
(ANIL TOKÖZ 10/E)